Fenomania’daki fenomen arkadaşlarım “Telefonunu çıkar bi, telefonunu görelim” derler kesin bu blog’u okuduktan sonra, kesin yani.. 🙂 Bunu göze alarak, devam…
Ben Türkiye’de doğmadım, ama her zaman vatanımın bir parçası gibi hissettim kendimi. Hollanda’da doğdum. Orada büyüdüm. Demokrasinin, hukukun, laikliğin, özgürlüğün yalnızca kitaplarda değil, hayatın her alanında nasıl işlediğini görerek büyüdüm. Okulda oy verme sistemini anlatırken, öğretmenlerim yüzüme bakıp, “Senin kökenin Türkiye, orası da demokratik bir ülke, değil mi?” diye sorardı. Ben de başımı dik tutup, “Elbette,” derdim. Yüzüm kızarmadan. Kalbim sıkışmadan.
Ama yıllar geçti. Anayasa kitapları ve yazar kasalar havada uçuştu.. Minareler süngü, camiler kışlamız olacaklar ile başladı, gıçının gılı olurum’a kadar geldi.
Türkiye maalesef artık, demokrasinin yalnızca adını taşıyan; ruhunu, ilkelerini, vicdanını çoktan toprağa gömmüş bir ülke haline geldi.
Bir zamanlar savunmaktan onur duyduğum memleketimi, bugün derin bir hayal kırıklığıyla izliyorum. Her geçen gün biraz daha fazla. Ve bu çöküş, artık sadece soyut kavramlarla sınırlı değil. Bu adaletsizlik, ekranlardan taşmış, sokaklara, meydanlara, adliye koridorlarına yayılmış durumda.
Artık olan biten, yalnızca sistemin çürüklüğüyle açıklanamaz; çünkü bu bir çürüme değil, açık bir yok olma hareketi.
Ekrem İmamoğlu’na yapılanlar da işte tam bu yok olmanın bir parçası. Yalnızca bir siyasi operasyondan ibaret değil. Bu, halkın iradesine, aklına, vicdanına karşı açılmış organize bir saldırı. Adam, belediye başkanlığı yapıyor sadece. Yani işini. Şeffaflıktan bahsediyor, adaletten, kamusal hizmetten.
Ama bu düzende dürüstlük bir tehdit, başarı bir suç, halkla olmak ise artık ihanet olarak kodlanıyor. Ve şimdi, absürt bir biçimde yolsuzlukla suçlanıyor. Buna bazı CHP’liler de inanıyor ya, anlamak mümkün değil!
Bundan bilmem kaç yıl önce, adamın biri çıktı ve gayet ciddiyetle, “Demokrasi bir tramvaydır; gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz” dedi. O zamanlar Yapay Zeka falan yoktu; bu söz kurgu değildi, montaj değildi.Kendi kulaklarımla duydum.Ve itiraf etmeliyim ki, o an ilk kez şunu fark ettim:Benim doğup büyüdüğüm ülkede bana öğretilen demokrasiyle, memleketimde yaşanan şey aynı şey değilmiş.Hollanda’da bana anlatılan şuydu: Gerçek demokrasilerde son sözü halk söyler.Devlet, halka hizmet etmek için vardır; halk, devlete boyun eğmek için değil.Oy vermek sadece bir hak değil, aynı zamanda bir sorumluluk, bir onur meselesidir.Ama görüyorum ki, bazı faşist rejimlerde ve ne yazık ki benim ülkemde de, bu düşünceler hâlâ “sakıncalı” fikirler listesinde.Orada demokrasi, vatandaşlık hakkı değil; sadece okul kitaplarında geçen, gerçekte yaşanmayan bir vitrin süsü.
Türkiye’de artık her şey tersine dönmüş durumda. Seçim yapılıyor ama kazanan kaybettiriliyor. Yargı var ama hukukun değil, talimatların izinden gidiyor. Gazeteler hâlâ çıkıyor ama içinde gerçek yok, soru yok, cesaret yok. Sokakta milyonlarca insan “adalet” diye haykırıyor, ama ekranlarda hâlâ makyajlı sabah programları, dizi tekrarları, lüks hayat şovları dönüyor.
Evet, çok şey tersine döndü.
Ama bu ülkenin insanı da kolay kolay teslim olmaz.
Korkutulsa da küsmeyen, ezilse de susmayan bir halk yaşıyor o topraklarda.
Ve işin tuhafı şu ki, bu gibi zamanlarda yardım ne saraydan gelir, ne de çınar gölgesinde oturanların duasından.
Bu gibi zamanlarda, sokaktan gelen ses duyulur.
Ve yine bu gibi zamanlarda, tarihin derinliklerinden yeniçeriler değil, Mustafa Kemal’in askerleri çıkar meydana.
Sessiz, kararlı, vicdanlı…
Ve sadece ülkesini seven.
Hâlâ umudum var.
Çünkü sokaklarda hâlâ cesaret var.
Çünkü insanlar susmuyor.
Çünkü biz, her ne kadar dışarıdan baksak da, o ülkenin acısını içimizde taşıyan milyonlarca kişiyiz.
Ve bir gün, demokrasi o topraklarda yeniden filizlenirse, mezar taşından değil, halkın kalbinden doğacak.
O gün geldiğinde, yalnızca İmamoğlu değil, onunla birlikte susturulmaya çalışılan herkes kazanacak.